Vekalet ile vekil olmanın etimolojik hiçbir ilgisi yoktu ve doğal olarak aynı kökten gelmiyorlardı. Asaletin de vekil olmakla bir ilgisi yoktu. Asalet bir görevi yerine getirmek üzere atanmış kimsenin durumunu ifade etmiyordu. Asalet yalnızca soyluluğu ifade ediyordu. Vekil başkasının adına-yerine söz söyleme, davranma, işlem yapma yetkisi olan kimse değildi ve bundan dolayı, hesap verme borcu da yoktu. Vekil olmak, yetki ve sorumluluklarını güven içinde sadakatle taşımak değildi. Vekil olmak, temsil ettiklerinin çıkarlarını korumak için varolmak hiç değildi.
Kral, imparator, şah, padişah, hükümdar, emir, kağan, hakan, han, sultan gibi isimler, yalnızca tarihte tanrının yeryüzündeki vekili sayılıyordu. Sonra peygamperin vekili sayıldı bir dönem. Bunu gören duyan, Hasan Sabbah boş durmamış elbet, oda “İmamın vekili” tayin etmişti kendi kendini! 890 yıl sonra, kainat imamının vekillerinin, bulvarlarında volta attığı bir şehir olmadı hiçbir zaman Ankara. Kendi yarattıklarını sandıkları, Ankara’nın küçük dağlarında, ölümsüz oldukları zannı ile yaşamadı yarı tanrılar.
Zat-ı devletleri hitabı, silinmişti belleklerden. Yalnızca kadim parşömenlerde rastlanıyordu, "Devletlü Saadetlü Sultanım” la başlayan kadim metinlerde. Baş vekilden zat-ı devletlerine uzanan bir şehir değildi Ankara. Zat-ı devletlerinden, devletin sahibi zat-a, oradan zat-ı şahanelerine, görkemli ışıklı bir yolun sonunda ulaşılmazdı, bağları türkülerde kalmış, bağsız bahçesiz Ankara’ya.
Ankara şiirlerin şehriydi. Cemal Süreya, Ankara’ya davet ederdi dertli şairleri. Hasan Ali Yücel’in dizelerinde, bahtı ak, taşı kara can evimiz. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizelerinde, barış mermer mermer, öfke demir demir, sevgi tunç tunç yontulurdu Ankara’da. Ahmet Telli’nin şiirinde, Cemal Süreya’nın Kızılay’da huzursuz bir zürafa gibi dolaşması dizelenirdi. Ahmet Arif’in dizelerinde, ekmeğe, aşka ve ömre küfeleri ile hükmeden, kar altındaki çocuklar şiirlenirdi...
"Bir olalım, iri olalım, diri olalım" diyen Bektaşi, eline beline diline dememiş idi. Eline sahip çık derken kastedilen yalnızca organ olarak elimizdi, el ile il'in il ile yurdun hiçbir bağlantısı yoktu. Bel ile toprağın, toprak ile tohumun, tohum ile emeğin hiçbir ilgisi yoktu. Dil ile tatlı dilin, güzel konuşmanın, konuşmak ile Türkçenin bir ilgisi olmadığı gibi. Bektaşi Veli’nin de Hacı'sı hacı değil, Hace idi aslında.